20 Ocak 2010 Çarşamba

İçerik ve hazırlanış sürecine dair



İçerik

Mercan Surbahan köyü, kuzey Munzurlar silsilesine ait Kılıçkaya dağı eteğinden Erzincan ovasına bakar. Kılıckaya dağı, her iki yüzünden de Munzurların ardına, “öteyüz”e, Dersim / Ovacık yönüne geçit verir. (Bkz Harita) 1960’lı yıllara kadar köyün adı “Surbahan” idi. Yeni adı Kılıçkaya. Kelimenin esası Surp Vahan’dır (Surp Ohannes). Esasen Ermeni beldesi. Mezarları hala köyün üstünde bir tepede duruyor. Kızıl renkli süngerleşmiş taşlar. Rüzgar ve zamanla tozuyup dağılıyorlar.

1937-38’de Dersim’e 3 ya da 2+1 askeri harekat yapıldı. Harekat komutasının bir ayağı Surbahan köyünde üslendi. Sonunda “harekat” tırpanı Surbahan köyünü de biçti. Öldürülen erkeklerin kemikleri Kılıçkaya dağı’nın dibinde, Zıni Gediği çukurunda; Kismikör, Mağaçur, Brastik, Galolar, Balıbey köylerinden toplanarak kurşuna dizilmiş komşularının kemikleri ile birlikte tozun toprağın içinde yatıyor.

Geride kalanları, kadın ve çocukları yük vagonlarına tıkıp batıya sürdüler. Nereye gittikleri, dönüp dönemeyecekleri belirsizdi. Erzincan’da Karasu kenarında beklediler. Ilıç’a gönderildiler, Fırat kenarında beklediler. Belirsizlik içinde korku dolu günlerdi. Neticede Divriği’de iskan masaları kuruldu. İskan memurları her bir aileden arta kalanları, Balıkesir, Çanakkale, Eskişehir ...vb bir köye verdiler. Penceresiz kara vagonlara tıkılıp gönderildiler. Vardıkları yerde ilk günler yadırgayan bakışlar ile geçti. Sonra yıllar geçti. 1947’de bir af çıktı, “dönebilirsiniz” dediler. Döndüler. Yine aç kaldılar. Kolay olmadı. Yeni doğan çocuklar bu hikayenin içine doğdular.

“Ma sekerdo kardaş?” Surbahan köyünden batıya sürülen bir kaç ailenin hafızasından hareketle 1938-48 aralığına bakıyor. Haliyle bu tarihlerin öncesi ve sonrasına da değiniyor. Bu durumda yüzyılı aşkın bir zaman dilimi oluşuyor. Bu dilimin içinde, Erzincan’da Rus İşgali, Ermenilerin Erzincan’ı terk etmek zorunda kaldıkları yıllar da bulunuyor. Ancak elinizdeki kitap esasen, 1938’den sonra “ne oldu, insanlar nereye gitti, ne yaşadı, nasıl döndü, döndü de ne oldu?” sorularının cevapları peşindedir.

Süreç
Yıllar önce Stefan Yerasimos’un, Radikal gazetesinde bir yazısını okudum. “Geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmak ve bunun için gereken çalışmaları yapmak, bu gibi çalışmaları bir yerlerden fon beklemeden başlatmak” mealinde, zekası ve samimiyeti olan bir yazı idi. Beni etkiledi.

Birkaç yıl önce aile büyüklerinden biri laf arasında, “yeğen sen bu işlerle ilgilen artık o ki kitap yazıyorsun” dedi. Bu cümleden kaçış yoktu. “…bu işler” ibaresi ile kastettiği 1938 Dersim harekatı/kırımı/planlı katliamı idi.
Eskilerin deyimi ile “38 kırımı”nın, genel olarak Dersim için ve nüfus kütüğünde kayıtlı olduğum Erzincan/Sürbahan köyü için ne ifade ettiğini, yetişkin sohbetlerine kulak kabartan bir çocuk olarak az çok biliyordum. 38 kırımı’nı mağdur sıfatı ile yaşamış / deneyimlemiş hanelerde, Hasan-Hüseyin, Pir Sultan Abdal ve benzeri acı çekmiş şahsiyetlerin hikayeleri “set” halinde bulunur. Bu hanelerde büyürseniz, aidiyet dediğiniz şey siz farkında olmaksızın ruhunuza siner ve kaçsanız da sizinle gelir. Bu kitap için yola çıkışın nedeni hemen hemen böyledir.

Kitabın ağırlıklı konusu “38 kırımı ve Dersim” değildir. “Orada ne oldu?” sorusuna cevap arayanlar, aradıklarını bu kitapta bulamayabilirler. Kitap, 38 kırımı’ndan Munzur dağları eteğindeki bir köyün payına düşen ile ilgilidir. Okuyucu eğer meraklı ise, “bir köyün payına bu düşüyorsa, bütünün payına ne düşebilir?” sorusundan hareketle orada neler olduğunu sezebilir. Yine de, kitabın anlatıcılarından biri olan Cansa Düzgünkaya’nın bir cümlesini aktarabilirim: “Babamın halası kördü. Abbasuşağı’nda evliydi. 38’de bunu atiler bi evin içine, evi yakiler, o da içinde yani”

“Orada olan neden oldu, nasıl oldu?” sorusu için ise daha yoğun okuma gerekebilir. Bu konuda bir miktar Türkçe literatür mevcuttur. “Peki, sonra ne oldu?” sorusu daha şanslıdır. Elinizdeki kitabın da sorusu budur. Kitap, Sürbahan köyünden Dersim 38 sonrası sürgün edilen insanların - birkaç aile ölçeğinde-: nerelere nasıl gönderildikleri, tanımadıkları bir yörede, kendilerini gıyaben yanlış tanıyan insanlarla 9 yıl boyunca neler yaşadıklarına dairdir. O yılları nasıl geçindiler? Sürgün sonrası geri dönüşlerinde neler yaşadılar. Köyleri, evleri yıkıktı, nasıl yeniden başladılar? Neye başladılar?

Düzgünkaya, Gökdemir, Köse ve Billor ailelerinin fertleri ile görüştüm. Gökdemirler, “ana tarafım” oldukları için daha çok sayı ile katıldılar. Daha yakın olduğum hikaye ister istemez kolay vücut buldu ve öne çıktı. Cansa Düzgünkaya kendine özgü dikkati ile önceki kuşakların hafızasını da taşıdığından kitapta özel bir yer tuttu. Dünya Billor’un 38 kırım ve sürgünü’ne dair tanıklığı, komşu bir köy olan Ergan köyünden başlamıştı. Sürgün dönüşü Alişan Billor ile evlenerek Surbahan’a gelin gelmişti (A. Billor’un annesi, Gökdemir ailesindendir). Dünya Bİllor’un anlattıklarında resmi söylemin egemen kıldığı “yabani, vahşi, haydut Dersimli” tipolojisine uymayan şeyler vardı. Aziz Köse ve Kemal Gökdemir tekrar konuşma fırsatı bulamadan vefat ettiler. Onların hafızalarını, diğer anlatımlar ile buluşma noktalarında aktardım.

A.Köse ve özellikle C. Düzgünkaya yaşadıklarının bir gün kitaplaştırılmasını, bunu sağlayacak bir buluşmayı uzun zamandır bekliyor olduklarını söylediler. Net ve inandırıcıydılar. Haydar Gökdemir,“okumuş olsaydık bunlar gelmezdi başımıza” dedi. “Okuyamamış olmak” bu kuşağın ortak acısı. Bu acı kadınlarda da var. Onların fazladan bir yükleri daha var. Sürgün de büyüyen kadın kuşağına ait Hatayı Gökdemir ve Dünya Billor, başarılı ilkokul yıllarına rağmen, aile büyüğü erkeklerin kararları ile okumaya devam edememişler. Ancak adı geçen ailelerin çocukları kuşağında okuma oranı yüksek oldu.

Çok sayıda ayrıntı birikti. Kadınların hafızaları gündelik hayat detaylarında daha zengin. Rus işgalinde Brastik köyünde bir evde dikiş makinesi gören ve hayret eden Rus kadın subay’ı, Ermeniler’in o devride evlerinde ütü bulunduğunu, Çerkes kızlarının eteklerini nasıl dar bağladıkları gibi detayları kadınlarda bulabiliyorsunuz. Erkekler ise genel olaylara ve o olayın detaylarına hakimler.

Bu kuşağın ortak özelliği kendilerinin, komşularının, köylülerinin özeline dair konularda ketum olmalarıdır. Söz’e ve suskunluğa yer verişlerinde bir terbiye var.
Biriken ayrıntıları dışarıda bırakmak istemedim ancak bu kez de metnin akışkanlığı kayboldu. O noktada Cihangir Gündoğdu, Hızır gibi yetişti. Metin rahatladı. Çiğdem…. Taslak bir kopya için sayfa tasarımı yaptı. Alican Aslan fotograf desteği verdi. A. Aslan, Kılıçkaya köyü web sitesini başlatarak bu çalışmanın yolunu açmıştır. Ümit Kıvanç fotografların teknik kalitelerini yükseltti. Çiğdem… fotografları yerleştirdi ve bir taslak kopyamız oldu.

Taslak kopya, adı geçen ailelerin çocuklarına, 2. kuşağın üyelerine gitti. 2. kuşak, televizyonsuz yıllarda, önceki kuşağın hafızasına yakın büyümüştü. Erhan Gökdemir, Nurhan Gökdemir Aslan, Alican Aslan, Sinan Düzgünkaya, Ali Billor, Nermin Aslan Billor, Murat Gökdemir, Cengiz Gökdemir, Şengül Gökdemir taslak metni okuyup katkılarını yaptılar. Süleyman Çetinkaya, sürülen ailelerin ve kurşuna dizilen kişilerin listesini çıkardı. Sinan Düzgünkaya, kurşuna dizilenler listesine katkı da bulundu.

Taslak kopya ayrıca, “tarihsel bağlamı”na oturtmak amacıyla, Erdal Gezik, Bülent Bilmez, Cihangir Gündoğdu ve Levent Yılmaz’a iletildi. Birkaç kez eledik. L. Yılmaz, “harita” ihtiyacını halletti. E. Gezik, kitap ile tarihsel bağlam arasındaki köprüyü kurdu.

Kitabın yerinde kullanılmış detaylar ile kıvrılarak akan, daha doygun bir kitap olmasını isterdim. Yapamadım. Bazı hedeflerimi gerçekleştiremedim. Örneğin Gökdemir ve Düzgünkaya ailelerin “mecburi iskan” yerleri olan Balıkesir- Susurluk, Balıklıdere köyü ve Çanakkale-Bayramiç, Kutluoba köyüne gidip, beraber yaşadıkları insanları bulup, konuya dair hafızalarında neler olduğuna bakmak istedim. Ancak birer kez gidebildim. Derinleşemedim.

Yine örneğin, Surbahanlılar kurşuna dizilmeye götürülürken, Kazım Gökdemir’i bu gruptan çıkararak hayatta kalmasını sağlayan Uzman Başçavuş Bahattin Tetik, ya da Nuri Gökdemir’i saklayan, jandarma subayına karşı savunan, aleyhte imza vermeyen ve bir alevi ile küvra olabilmiş Vakıf Brastik köyü muhtarı Ömer’i birer fotograf ile anmak ve aktarmak isterdim. Keza “menfi” ilan edilmiş, ikamete mecbur edildikleri yeri terk etmeleri izne bağlı bu insanların hayatlarını zaman zaman kolaylaştıran Susurluk sağlık memuru Arap Abdullah Efendi, Hükümet Tabibi Mutemet Yazıcı ve benzer insanları biraz daha geniş anmak isterdim. Gücüm yetmedi.

Bu çalışma, okuyucusundan katkı bekleyen bir çalışmadır. Okuyucu bu çalışmanın eksiklerini tamamlayacak bir veriye sahip ise, http://sivil-hafiza.blogspot.com/ adresi paylaşım hattı olarak kullanıma açıktır. Elinde konu ile ilgili fotograf, bir tanık ile yapılmış söyleşi vb veriler bulunan kişiler, bu verileri http://sivil-hafiza.blogspot.com üzerinden dolaşıma sokabilir, bilgi paylaşabilirler.

“Ma sekerdo kardaş?” imece türü bir çalışma oldu. Yukarıda adı geçenler dışında bu çalışmaya maddi, manevi, psikolojik, teknik destek veren arkadaşlara; Zekiye Kürkçüoğlu, Zarife Öztürk, Deniz Koloğlu, Şebnem Çetinkaya, Serdar Çetinkaya, Hande Solakoğlu, Mahmut Boynudelik, Haluk Yurtkuran, Yalçın Karayağız, Emel Kurma, Cemil Koçak, Gonca Gündoğdu ve Cemal Şan’a teşekkür ederim.

ilhami algör / 2007 yaz – 2010 kış

3 yorum:

  1. Sevgili İlhami çok güzel bir çalışma yapıyorsun. Büyüklerimiz çok büyük acılar çekmekle birlikte yaşadıkları bu acıları bir sır gibi içlerinde saklamayı tercih ettiler.Bunun sebebi sanırım resmi mercilerin onların ruhlarında yarattığı derin korkuydu. Evlatlarınında aynı acıyı yaşayabileceği endişesi onları bu derin suskunluğa mahkum etti,anlatmak yerine susmayı tercih ettiler. Şimdi biz torunlar bunları sorguluyoruz ve o günlerde ki siyasi olaylardan daha çok, babalarımızın,annelerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin çektikleri acıları ve bu acıları onları çektirenlerin kimler olduklarını ve neden böylesine insafsız olabildiklerini öğrenmek istiyoruz. Çalışmalarında başrılar diliyorum, kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim Mustafa
    sen kimin torunusun?

    YanıtlaSil
  3. İlhami'ciğim ben Amerikalı Alican'ın torunuyum. Annenle benim annem akraba oluyorlar sanırım. Bende senin Fatih'ten bir arkadaşın! Biraz şaşırdın değil mi? Ben şu anda İsviçre de yaşıyorum ama İstanbul'a ve Bodrum'a çok sık geliyorum. En son senle Bodrum'da karşılaşmıştık, epey oluyor! En derin sevgilerimle gözlerinden öperim. Mustafa Yoker

    YanıtlaSil

Buraya herkes yorum yazabilir